Yaşlanmadan yıllanan haziran dostlukları Bir yaz tatilinin daha sonuna geldik. ‘Neler oluyor? Yaz henüz başlıyor!’ diye beni azarladığınızı duyar gibiyim. Oysa benim için öyle değil. Karımla birlikte yıllardan beri yaz tatilimizi aynı tarihte ve aynı yerde geçiririz; haziran ayında Bodrum’un Bitez koyundaki sakin bir tatil sitesinde… Bu tercihin iki vazgeçilmez nedeni vardır: Sükûnet ve iklim. Yazın cehennemi sıcakları insanı bunaltmaya başlamadan, kalabalıklar sahilleri doldurmadan bataryaları yeniden doldurmak. Mekân ve tarih her yıl aynı olunca, yıllarla birlikte çeşitli dostlar edinmekten geri kalmadık. Ben bunları ‘Haziran dostlarımız’ diye adlandırdım. Bu dostluklar kimi zaman sadece sıcak bir gülümsemenin eşliğindeki ‘merhaba-nasılsınız’larla sürdürüldü, kimi zamansa aynı masalarda kadeh tokuşturacak kadar gelişti, ancak hep haziran ayıyla sınırlı kaldı. Durum böyle olunca da, her yeni yazın başlangıcında Haziran dostlarıma Bitez sahillerinde bakınır oldum. Bu yıl da eksilenler oldu ne yazık ki. Ama hayat böyle, gidenler olduğu kadar yerlerini dolduranlar da olacak… Kucaklarda gezdirilen, gururla Haziran dostlarına gösterilen süt kokulu yeni doğmuşlar bunun en güzel kanıtı. Benimse en çok ilgimi çeken, insanların bir yıl içinde geçirdikleri değişim oluyor. Kimini, aradan geçen on bir ayı inkâr edercesine ve sanki daha dün görmüşüm gibi karşımda bulurken, kimini tanımakta güçlük çekiyorum. Aradan on bir ay değil adeta on bir yıl geçmiş! Hani bir klişe vardır ya, ‘ne kadar yaşadığın değil nasıl yaşadığın önemli’ diye, kendi kendime soramadan edemiyorum, “Bu kişi bir yıl boyunca acaba ne kadar yaşamış?” Hüzünleniveriyorum birden. Aklıma yine bir Haziran arkadaşımın Abdülhak Hamit’ten aktardığı dizeler geliyor: Gözlerim görmüyor, okuyamıyorum. Ellerim titriyor, yazamıyorum. Uyuyamıyorum, uyukluyorum. Tat yok gecesinde gündüzünde, Ben neyleyim bu yeryüzünde. Abdülhak Hamit Tarhan 85 yaşındaymış hayata veda ettiğinde. Yukarıdaki sözleri ise ölümünden tam bir hafta önce Hasan Ali Yücel’e söylemiş. Yıl 1937… Dedem doksanlı yaşlarının sonlarına doğru ayrılmıştı aramızdan. Son yıllarına kadar her öğlen düzenli olarak tek rakısını yudumlar, yemekten sonra purosunu tüttürürken gazetesini okurdu. Gel gelelim günün birinde artık gazete okumaktan vazgeçmiş. Nedenini merak eden halama da gerekçe olarak artık ölüm ilanlarında hiçbir tanıdığının kalmadığını söylemiş! Kısa bir süre sonra da dedemin ölüm ilanını gazeteye vermek zorunda kalmıştık. Karımın dedesiyse haziran ayını iple çekenlerdendi. Tüm kışı kızının evinde yazı düşleyerek ve gençlik günlerini anıp anlatarak geçirirdi. Her yeni yaz onun için yepyeni bir başlangıçtı. Büyükada’nın küçük bir pansiyonunda kalırdı üç ay boyunca. Baharla birlikte hazırlıklara girişir, hasır şapkasını temizler, yazlık kıyafetlerini, beyaz keten pabuçlarını özenle bavuluna yerleştirir, sabırsızca zamanın akıp geçmesini beklerdi. Oysaki akıp giden kendi zamanıydı! Bir keresinde odasından ‘Bailemos El Bimbo’ adlı şarkının coşkulu nağmelerinin geldiğini duymuştuk. Karımla birlikte, iki küçük afacan gibi meraklanmış, kapı aralığından gizlice onu gözetlemiştik. Aynanın karşısında bir başına tango vals karışımı figürler yapıyordu. Belli ki yaklaşan yaz ayları için şimdiden idman yapıyordu. Hayran kalmıştım seksenlik ihtiyarın enerjisine! Tüm bunları düşünürken bir diğer Haziran dostuma rastlıyorum ki, inanılır gibi değil! Hiç mi yaşamamış bu geçen on bir ay boyunca? Öylesine zinde duruyor! “Hayrola üstat, ne yaptınız da böyle form tuttunuz? Spor mu? Diyet mi? Yoksa estetik mi?” Dilimin ucuna “yoksa yeni bir eş mi?” sorusu geliyor ama kendimi frenliyorum. Ağzı kulaklarında, kendinden son derece hoşnut bir ifadeyle yanıtlıyor sorumu, “Hiçbiri! İstanbul’u bıraktık, buralara yerleştik artık. Bir akşam mutlaka bize bekliyoruz…” Akşamın bir vakti, deniz kıyısındaki bir dut ağacının serinliğinin altında bu satırları oluşturmaya çabalarken yan masadaki bir gazetenin manşeti ilişiyor gözüme: “İstanbul Trafiği Felç!” Tam o esnada telefonuma bir mesaj düşüyor. Bir başka güzel dostumdan Ahmet Haşim’in dizeleri: “Ne sen, ne ben, ne de güzelliğinde toplanan bu akşam, ne de fikrin elemlerine bir liman olan bu mavi deniz, melali anlamayan nesle aşina değiliz.” Haziran bitiyor, özlem artıyor, İstanbul burnumda tütüyor… Trafiğini, telaşını, hırını gürünü, kalabalığını özlüyorum. İtiraf ediyorum, beni ayakta tutan unsurlar bunlar. Bir kere daha haziranı yaşayabilmek için… Haziran dostlarıma gelecek yıl yeniden kavuşabilmek için! 27 Haziran 2012 |