YOL BOYUNCA/ Suya sabuna dokunmadan yazabilmek
Bundan iki ay kadar önce Genel Yayın Yönetmenimiz İvo Molinas’la karşılıklı bir e-postalaşma gerçekleştirmiştik. Önce ben, son zamanlarda gazetemizin genç değerlerle birlikte kaydettiği olumlu aşamalardan dolayı kendisini içtenlikle kutlamış; artık Şalom’u eskiden yaptığım gibi sadece birinci sayfadaki karikatüre bakıp atmadığımı, iç sayfalarda bana rakip olarak lanse edilen yeni karikatürcü Melih Abuaf’ın da çizgilerine bakmak zorunda kaldığımı, haliyle çeşitli yazı ve makalelere de gözümün takıldığını, üstelik bazılarını okuduğumu, hatta bu vesileyle İrvin Mandel adında ilerisi için umut vaat eden ve kollanması gereken bir başka çizerin de varlığından haberdar olduğumu yazmıştım.
Övgü dolu kısa mesajım genel yayın yönetmenimizi bir hayli etkilemiş olmalı ki, geride kalan sekiz haftamı tam bir karabasana çeviren “Hadi sen de artık ara sıra bir şeyler yaz” teklifiyle beni yanıtladı. Yeni ufuklara yelken açmış genç ve dinamik bir Şalom’da köşe yazarlığı farklı bir heyecandır. Yazmak benim için hiçbir zaman sorun olmamıştır. Ama yazdıklarımın başkaları için zaman zaman sorun olduğu görülmüştür. Bu olgunun bilincindeki patronumun teklifi “suya sabuna dokunmadan gördüklerini, geçirdiklerini yazarsın” şartına bağlaması da boş yere değildi. Zaten son iki ayımı kâbusa çeviren de bu kural oldu.
Bir heyecanla kalem kâğıda sarıldım ve ilk makalemi yazdım. Karım, “Çok hoş olmuş ama boşuna gönderme yayınlanmaz” dedi. Tekrar okuduğumda baktım ki Ergenekon’dan dalmış, Deniz Feneri’nden çıkmışım! Ardından Obama – Netanyahu buluşmasıyla ilgili bir şeyler karaladım. Bu defa oğlum, “Baba sen bu yazıyı Yahudi karşıtı medyaya yem olmak için mi kaleme aldın?”, diye sordu. Ne yapsam ne etsem ‘suya sabuna dokunmayan’ türden bir yazı çıkmıyordu. Parmaklarım şişti, bilgisayarımın tuşları aşındı yine de o yazı çıkmadı. Nihayet geçtiğimiz Perşembe akşamı, Cemil Topuzlu’da Leonard Cohen’i kendimden geçmiş dinlerken usuma bir formül düştü; bakalım bu kez olacak mı?
‘DON’T PLAY ISRAEL’
Geçtiğimiz hafta boyunca Leonard Cohen hakkında o kadar yazıldı çizildi ki, pek söylenecek söz kalmadı. Ama bu durum ikinci konserdeki birkaç gözlemimi sizlerle paylaşmama engel değil. İlk konserin tam saatinde başlamış olduğunu herkes öğrenmiş olmalıydı ki, insanlar daha bir saat öncesinden kongre merkezi inşaatı yüzünden tam bir çile kapısına dönüşmüş olan Cemil Topuzlu’nun o yegâne ve biricik kapısının – ki popüler gece kulübü Cahide ile komşu oluyorlar – yer aldığı tozlu topraklı yokuşta yoğunlaşmıştı. Televizyon kameraları, gazeteciler, foto muhabirleri, nafile ikoncan arayan paparazziler, hepsi oradaydı... Tabii bütün bu curcunanın içinde bir avuç protestocu da eksik değildi. Ellerindeki dövizlerde “Leonard Cohen: Don’t Play Israel” yazıyordu. Leonard Cohen’in ‘Israel’ isimli bir şiiri ya da şarkısı olup olmadığını düşünürken, yokuşu omuz omuza tırmandığımız bir Cohensever duruma açıklık getirdi: “İsrail’de konser vermesini istemiyorlar”. Sanırım İsrailli Cohenseverler de sanatçının bu protestoculardan etkilenerek son anda ülkelerine gelmekten cayabileceğini düşünmüş olacaklar ki İstanbul’a gelmişlerdi. Hatta aynı akşam Galatasaray’dan altı gol birden yiyen Maccabi Netanya futbol takımının antrenör ve oyuncularının da maç biter bitmez soluğu Cemil Topuzlu’da aldıkları konuşuluyordu. Zaten bir başka söylentiye göre takımın yöneticileri de maça gitmektense konseri izlemeyi yeğlemişmiş... O gece İbranice, Açık Hava’da Türkçeden sonra en fazla konuşulan lisandı diyebilirim. Bence protestocular “Don’t Play Israel” yerine “Don’t Listen Israel” deselerdi daha etkili olacaktı.
Yine azap kapısının tozlu yokuşunda kendime yol açmağa çalışırken arkamdan bir ses, “Yol açın! Bu uğurda saç sakal ağartmış gerçek bir Cohen dinleyicisi geliyor”, diye seslenince gayri ihtiyari arkama dönüp bakındım. Meğer bu gencin yarı dalga yarı ciddi işaret ettiği kişi ben değil miymişim?! Ama o an sanki önümdeki kalabalık biraz açılır gibi oldu. Fırsattan istifade ileri doğru hamle yaparken alınganlığı sonraya bırakmayı yeğledim...
BODRUM – ÇEŞME PLAJLARI
Yılların hızla geçmekte olduğunu insan deniz kıyısında daha iyi anlıyor. Bu yazın bir bölümünü her yıl olduğu gibi Bodrum’da, Aktur Tatil Sitesi’nde, bir bölümünü ise torunumun yanında Çeşme - Alaçatı’da geçirdim. Haziran ayında Aktur’daki yaş ortalaması averajın üzerinde olunca kendimi ‘extra large’ kıyafetlerin arasında hava atan bir ‘M size’ olarak görüyordum ve moralim gayet yerindeydi. Ne ki, Temmuz ayında Alaçatı’ya geçince, üstelik Babylon’a uğrama gafletinde bulununca durum bir anda tersine dönüverdi. Artık ‘S’ lerin arasında bir ‘XXL’ olmuştum. Buna bir de konserdeki ‘ağarmış saç-sakal’ yakıştırması eklenince kaçınılmaz olarak soluğu tanınmış bir diyet uzmanında aldım. Henüz saçımı boyatmak gibi bir niyetim yok ama diyet uzmanı beceremezse iyi bir estetikçiye görünmem farz olacak. Ne yalan söyleyeyim, Woodstock’un kırkıncı yıldönümünde, eski kıyafetlerimi özledim!
DUMAN YENİDEN!
İhtiyarlık kompleksine kapıldığımı sanmayın; aksine, torunumla oynamaktan büyük keyif alıyorum. Üstelik henüz on birinci ayındaki Dere Bey ile eğlenirken kızım da karım da bana öylesine bir çocuk muamelesi çekiyorlar ki bayılıyorum bu yeni halime... Tek sıkıntım çocuğun yanında sigara içememek... Aslında yıllardır sigara içmiyordum. Çok zaman önce bırakmıştım ilk gençlik yıllarımda başladığım bu mereti. Hiç bir zaman da tutkulu bir tiryaki olamadığımdan, bırakmak zor gelmemiş, arada sırada zararsız bir sigara veya puro tellendirmenin ayrıcalığını yaşayabiliyordum. Ama görün ki tüm yasaklar gibi, yeni uygulamaya konulan sigara yasağı da canımı sıktı. İçimde aniden sigaraya yeniden başlama arzusu depreşti. Hele ki, Fransa’dan gelen bir konuğumla neredeyse tamamı açık bir lokantanın yarım metrelik sundurmasının altında oturduğumuz için sigara içmemiz engellenince, üstelik yirmi santim ötedeki yan masada içildiğini görünce kendimi tutamadım ve sigaraya yeniden başladım! Başlamasına başladım da, ne yaparsam yapayım günde hiç değilse yarım paket olsun içmeyi beceremiyorum. Oysa insan doya doya sigara içiyorum diyebilmek için, en az bir buçuk paketi devirebilmeli. Nerdee! Evde, işte, arabada sigara içilmiyor. Gün boyu kolladığım fırsatlarda hemen bir tane yakıyorum ama sonuna dahi gelemeden söndürmek zorunda kalıyorum. Bütün günün sonunda ise rekorum şimdilik altı adetten ibaret. Bence artık sigara paketlerinin üzerinde o münasebetsiz ‘Sigara Öldürür’ uyarılarını kaldırmak gerekir; iddia ediyorum bu dozda içilen sigaranın ne hayrı, ne de zararı dokunur...
Evet, yazı bu kadar. Genel Yayın Yönetmeni’min sözünden hareketle, televizyon seyretmeden, gazete okumadan, internete girmeden, sadece ‘yol boyunca’ gördüklerimden, yaşadıklarımdan esinlenerek suya sabuna ilişmeyen bir yazı karaladım. Susuz sabunsuz yeni bir yazıya kadar hoşça kalın ve sakın ola susuz sabunsuz kalmayın!
12 Ağustos 2009