Tedirgin edici bir başlık, öyle değil mi? Eski yüzlerin ekşidiğini görür gibi oluyorum. Onlara 1930’ların, 1950’lerin karanlıklarını hatırlatıyor olmalı. Anadilini uluorta konuşamamak, çat pat bildikleri Türkçe ile dertlerini anlatmaya çabalarken gülünç durumlara düşmek… Her ne kadar yasalarla resmileştirilmediyse de, belirli dönemlerde bu baskının sokağa taştığını ben yaştakiler hatırlar.
Kendi aralarında sadece Judeo-İspanyol dilinde konuşan büyükannemle büyük teyzelerimin sokakta Türkçe konuşmaları mahalle arkadaşlarım için kaçırılmaz bir eğlenceydi. I’ları i olarak telaffuz ederek mahallemizin manavından sıkılacak portakal istediğindeyse renkten renge girerdim. Nasıl olur da Türkiye’de doğmuş büyümüş, bu yaşlara gelmiş insanlar doğru dürüst Türkçe konuşamaz? Aklım havsalam bir türlü almazdı!
Geçtiğimiz günlerde genç bir Alman TV programcısı tarafından sorgulandım. Köklerimi, çocukluğumu, aile yaşantımızı merak ediyordu. Baba tarafımdan Aşkenaz, ana tarafımdan Sefarad Yahudi’si olduğumu öğrenince aile içinde konuşulan lisanı sordu. Ne yalan söyleyeyim, cevap verirken bocaladım bir an. Annemler Judeo-İspanyolca, babamlar ise Yiddiş konuşurdu. Ben her iki lisandan da bir şeyler kapmışım. Peki, kendi aralarında nasıl anlaşırlardı? Tereddütsüz, “Türkçe tabii” diyecektim ki durdum… Hayır, Türkçe konuşmazlardı. Aralarındaki ortak lisan ağırlıklı olarak Fransızca idi. Türkçeyi ancak mecburen, zorda kalınca konuşurlardı. Peki, ama neden? Anadillerinin dışında Fransızcayı, Almancayı, İtalyancayı, İspanyolcayı, hatta Rumcayı bile konuşabilen insanlar, nasıl olur da doğdukları, yaşadıkları toprakların lisanını bir türlü doğru dürüst konuşamazdı?
Onları suçlamıyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu siyasal yapısı içinde, her millet kendi dilini kullanırdı doğal olarak. Türkçe konuşma zorunluluğu yoktu. Sarayla birlikte Osmanlı yönetici sınıfı bile Farsçadan, Arapçadan ve Fransızcadan ödünç aldığı pek çok sözcükle kendine has zengin bir lisan oluşturmuştu. Osmanlı’da yalın ve özgün Türkçeyi sadece köylülerle Anadolu göçebeleri yaşatıyordu. Saray ve çevresine göre ise, Türk sözcüğü bile kaba anlamına gelebiliyordu.*
Böylesi bir ortamda yaşayan büyüklerim, elbette ki aralarında Türkçe konuşmayacaklar, anadillerinin dışında, İstanbul’da ya da İzmir’de yaşayan diğer azınlıklarla iletişim kurmak, ‘daha Avrupai olmak’ için Batı dillerini konuşacaklardı. Ama gelin de bütün bunları Kemalist devrimin yoğun bir biçimde beyinlere çakıldığı genç Türkiye Cumhuriyeti’nin minik ilkokul öğrencisine anlatın! Düzgün Türkçe konuşamayanlardan hazzetmiyordum. Tam bir ‘kendinden nefret’ durumu! Annem hariç - çünkü o Türkçeyi iyi konuşurdu - ailemin diğer büyükleriyle ev ortamının dışında konuşmaktan kaçınıyordum. Benimle Fransızca konuştuklarında Türkçe karşılık veriyordum. Judeo-İspanyolca ile Yiddiş’i ise tamamen inkâr etmiştim, o ‘yapay’ dilleri tanımıyordum! Yiddiş yaygın değildi ama Judeo-İspanyolca çevremde çokça konuşulan bir dildi ve ben de pek çok akranım gibi bu dili konuşanları yadırgıyordum. Vatandaş Türkçe konuşsun istiyordum.
Etki eşittir tepki. Bu basit fizik kuralı yaşamın pek çok alanında geçerlidir. Ama anlaşılan toplum psikolojisi fizik kurallarına uymayı sevmiyor. Etkinin alanı genişledikçe tepki daha sert eser. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında esen şiddetli tepki rüzgârları, Osmanlı’nın bu çok dil geleneğini yerle bir etti. Türkçe yabancı sözcüklerden arındırıldı. Farklı dilleri konuşan azınlıklar ayıplandı. Bunun sonucunda…
- Türkiye’deki Sefarad Yahudilerinin konuştukları Judeo-İspanyolca, Aşkenazların Yiddişi ben ve benden sonraki kuşaklar tarafından nerdeyse tamamen unutuldu. Bugün İsrail, ABD, Fransa vs gibi ülkelerde yaşayan pek çok Türkiye kökenli Yahudi, kendi aralarında Türkçe iletişim kuruyor.
- Genç kuşaklar Farsça ve Arapça sözcüklerin zenginleştirdiği eski Türkçeyi bırakın konuşmayı, hiç anlamıyorlar! Bu sayede televizyondaki bilgi yarışmalarının soru hazırlayıcıları için kolay lokma oluyorlar…
- Türkçe bir yandan yalınlaşırken, gelişen teknoloji ve küreselleşmeyle birlikte yeniden zenginleşti. Lügatlere yepyeni sözcükler girdi. Call center, plaza, show, beach, tower tarzında yüzlerce yeni sözcük kazandık.
Geçenlerde bir akşam, Fransa’dan gelen bir çiftle yemekteydik. Sohbetin bir anında adam bazı fotoğraflar göstermek için karısından tablet bilgisayarını istedi. “Şekerim bana iped’imi verir misin?” dedi. Şaşırdım. “Siz bu tabletlere iped mi diyorsunuz?” diye sordum. “Ya siz ne diyorsunuz?” diye sorumu soruyla yanıtladı Fransız dostum. Karımla birlikte aynı anda yanıtladık: “Aypet tabii ki!”
Fransızlar her zaman lisanlarına sahip çıkmışlardır ama doğrusunu söylemek gerekirse bir markanın adını değiştirecek kadar şoven olabileceklerini sanmıyordum! Konuyu değiştirmeseler, yeni evrensel sözcük dağarcığımızdan farklı örnekler sunarak onların ne denli çağdışı kaldıklarını kanıtlamak isterdim. Örneğin onların ‘courriel’ diye adlandırdıkları elektronik postaların Türkçe karşılığının imeyl olduğunu, bilgisayar programlarını daunlod ettiğimizi, noktaya dat dediğimizi ve daha bir sürü…
* Bu paragraftaki bilgileri araştırmacı yazar François Georgeon’un 3.baskısı 1996’da Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yapılan “Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura (1876-1935)” adlı kitabından aldım.
13 Haziran 2012