Selma Emiroğlu


Selma Emiroğlu ile Söyleşi / Aralık 2001

Televizyonla tanışmam yirmili yaşlarımda gerçekleşti, yani televizyon çocuklarından değilim. Ama herkes gibi benim de çocukluğumda hayal kurmama yardımcı bazı unsurlar vardı. Jules Verne’in romanlarından, İki Çocuğun Serüvenleri’nden, Arsen Lupen’lerden çok önce, ama Andersen ile Grimm Kardeşlerin masallarından kısa bir süre sonra Doğan Kardeş ile tanışmıştım. Hem öğretici, hem de eğlendirici bir dergiydi. Kızamık, kabakulak, su çiçeği gibi, o yıllarda her çocuğun geçirmek zorunda olduğu hastalıkların geçmek tükenmek bilmez nekahet günleri boyunca, sevgili bir komşumuzun askere gitmiş oğlundan yadigâr Doğan Kardeş ve Arkadaş ciltlerini ezberleyip yutardım.

Karakedi Çetesi’ni o zamanlardan hatırlıyorum. Kim derdi ki, kırk küsur yıl aradan sonra, Karakedi Çetesi’nin yaratıcısı ile tanışacağım! Dahası onunla meslektaş meslektaş oturup karşılıklı röportaj yapacağım!

Aslında, Selma Emiroğlu Aykan’ı 1999’da tanıdım. Almanya’da yaşayan Selma Hanım o yıl Ankara Karikatür Festivali’nde bir ödül almış, sonra da İstanbul’da Schneidertempel’de ziyaretimize gelmişti. O gün birlikte fotoğraflar çektirdik. Eski bir Aşkenaz Sinagogu olan bu mekândan etkilenmiş görünüyordu. Düşünceliydi... “Burası...” dedi, “çok uzaklardan, eskilerden, hiç tanımadığım birisini düşündürdü bana yine...”

Bu söz üzerine kendisiyle ilginç bir konuşmaya giriştik. Bir çırpıda anlattığı hikâye o kadar ilginçti ki, eminim iyi bir yazar bundan koskoca bir roman çıkarabilir. Büyük-büyükbabası olduğunu bildiği Doktor Emin Paşa (namı diğer Eduard Schnitzer) aslen bir Alman Yahudisi’ydi. Almanya’da başlayan inanılmaz serüveni Osmanlı sarayına dek sürmüş, Türkiye’de tanıdığı Alman asıllı bir Macar kadını ile evlenmiş (büyük-büyükanne) ve hikâye Anadolu’nun içlerine kadar uzanıp, Afrika’nın ta derinliklerinde son bulmuştu.

Selma Hanım büyük-büyükbabasının hayatını araştırmış, hakkında bir yığın belge edinmişti. Ama en büyük sürprizi ona hayat arkadaşı, sevgili eşi Aydın Bey yapmış, kendisini Münih’te adı ‘Emin Pascha Strasse’ olan bir sokağa götürmüştü. Adı Almanya’da bir sokağa verilecek kadar önemli bir kişiydi bu büyük-büyükbaba.

Selma Emiroğlu Aykan ile söyleşimizi bu tema üzerinde kurmaya niyetliydim ama söz döndü dolaştı, öyle yerlere geldi ki, Doktor Emin Paşa bir başka bahara kaldı! Zaten kendisi de kızı Aylin ile birlikte bu konuda farklı bir çalışma hazırlığı içinde olduklarını itiraf ettiler. Bana da bu durumda sadece susmak düşüyor.

----------------------------------------------------------------------------------------

– 5 Ekim günü Schneidertempel Sanat Merkezi’nde bir sergi açtınız…

– Ben bir şey yapmadım, hepsini siz hazırladınız. (Tan Oral ve Turgut Çeviker ile birlikte üçümüzü kastediyor.)

– Bizler sadece yarım asırdır çizdiklerinizi sergiledik… Ama sorum çizgilerden ziyade tınılarla ilgili, malûm serginizin adı “Çizgiler-Tınılar” idi. O akşamın sihirli bir anı vardı; hani herkesin büyük bir sessizlik içinde…

– Ravel’in Kadiş’ini dinlediği an değil mi? Ben de heyecanlandım.

– Hepimiz heyecanlandık. Ama o büyük sessizliğin hemen ardından büyük bir alkış tufanı koptu. Elimizdeki kayda göre tam 43 yıl önce de benzer bir alkış kopmuştu. O günkü duygularınızla bugünü kıyaslayabilir misiniz?

– Tuhaf bir duygu. Yıllar önce Ankara’da Milli Kütüphane’de yorumlamıştım bu müziği ilk defa. Çok gençtim, Ankara tanımıyodu beni. Bir ‘Lied’ şarkıcısı olarak ilk defa karşılarına çıkıyordum. Dinleyiciler arasında büyük operacılar vardı ve beni o akşam tanıyacaklardı… Daha sonra birkaç konserde daha tekrarladım bu müziği. Ama bu kadar yıl sonra Schneidertempel’de kendi sesimi dinlerken tam yerinde olduğunu hissettim bu parçanın… tam yerinde, daha nerede olabilir ki!

– Kendimizi tanrıya daha yakın hissettiğimiz yerde mi?

– Evet, nasıl bir tanrıysa O! Bir de tabii binanın eski oluşu, şarkının eski oluşu… aslında bu biraz çalışılmış, modernize edilmiş hâlidir Kadiş’in. Ravel yapmış bunu.

– Neden bestelemiş biliyor musunuz?

– Maurice Ravel’in annesi Bask’mış. Kendisinin Hristiyan mı, Yahudi mi olduğunu bilmiyorum. Ama değişik kültürlerin müzikleri üzerine çok çalışmış bir besteci. Dünyaya açılmış, tıpkı Debussy gibi. Pek çok bestesinde İtalyan ve Yunan şarkılarından esinlenmiştir. Aslında Ravel’in Kadiş gibi iki bestesi daha var. İkincisi ‘Yiddiş’, onu da söylemiştim. Diğeri de bir Yahudi halk şarkısı, ama adını hatırlamıyorum. Fakat bunda şaşacak bir şey yok. Ravel öldüğü zaman çalışma masası üzerinde Cemal Reşit Rey’in türkülerimizden esinlenip bestelediği Oniki Anadolu Şarkısı durmaktaydı. Bunlar üzerinde çalışmaya hazırlanıyordu besbelli. Ömrü vefa etmemiş ne yazık ki.

– Gelelim size: bir yanda çizgi, mizah, karikatür; öte yanda opera sanatçılığı…

– Kuzum, opera sanatçısı demeyin bana, şarkıcılığım kısıtlanmış oluyor. Operadan evvel ve sonra pek çok konser verdim. Özellikle çok ‘Lied’ söyledim. Sopranoluk yaptım işte…

– Sizi üzmek istemedim. Tekrar baştan alalım. Karikatür ve sopranoluk, şimdi de şan hocalığı. İkisi bir arada gidiyor mu? Biri diğerini etkilemiyor mu?

– Çocukken resim yaptığımda sesimle çizgilerime eşlik ederdim. Daha sonra da karikatürlerimi bir yandan müzik dinleyerek çizerdim. Ama sahnede konser verirken bir yandan karikatür çizdiğimi gözünüzün önüne getirin!!! Şimdi ise hocalık bütün zamanımı alıyor ve çok seviyorum bu işi.

– Resme uzunca bir süre ara verdiniz, değil mi?

– Verdim… (Bu noktada bizi sessizce dinlemekte olan eşi Aydın Bey sitemkâr bir şekilde müdahale etmek gereğini duyuyor.)

Aydın Bey - … Çünkü her hafta yapılması gereken bir iş olarak alınmayınca olmuyor tabii.


– Almanya’ya gitmiş olmamız da buna neden oldu. Birdenbire kendimizi yabancı bir dünyada buluverdik, yaşam savaşı verdik orada. Çizgi çizmeyi falan bir yana bıraktım uzun bir süre.

– Ya müziği?

– Ona da ara verdim. Münih’e gittik ki (1962), hayatımızda yaşadığımız en korkunç kışla karşılaştık. Ev bulamıyorduk. Aydın kullanılmış bir araba aldı. Radyatörü çalışıyordu. Ev bulunmazsa hiç değilse içinde oturur donmayız diyorduk. Hey gidi günler!… Nihayet bir çatı katı bulundu. İkinci iş; derhal kullanılmış bir piyano satın aldık. Doğru dürüst bir tenceremiz bile yokken, gittik piyano aldık… Biz böyleyiz işte!

– Demek önce müzik.

– Müzik ve resim hep beraber gitmiştir benim için. Daima o ara hangisi önemliyse ve gündemdeyse onu ele aldım. Aslında bende eksik olan büyük bir hırstı galiba. Meselâ, başka biri güzel bir şeyler çizmişse, ben yapmışcasına tatmin olurdum. Bu müzikte de böyleydi. Karikatürist arkadaşların bir kısmı ile aynı dönemde çizmeye başladık. Çok iyi bir desenim vardı. Ali Ulvi söylerdi bana hep: “Kız o ne desendi öyle! Hepimizden iyiydin.” derdi. Rahat çizerdim gerçekten. Kurşun kalemi aldım mı şöyle…

– Tek çizgide bitiriyorsunuz.

– Bu eskizler bitmiş halinden daha iyidir üstelik. Bu benim oyunumdu. Çizmek oyundu benim için.

– Hep oyun olarak mı sürdürdünüz?

– Bir yaşa kadar. Sonra işin mesuliyetini kavradım.

– Hayata da oyun olarak mı baktınız?

– Hayat bir trajikomik oyundur. Çok ciddi bir oyun. Ben de ciddiyimdir ama… karikatür çizmek bu ciddi oyunun şenlikli tarafı; acılara da çizgilerimizle dokunuyoruz bu şenlik içinde ve hepimizin içinde bir çocuk var. Oynuyoruz işte…

– Siz de zaten çocuk denecek bir yaşta profesyonel çizer oldunuz.

– Bana Cemal Nadir yön gösterdi. “Şairin Gözyaşları” adlı ilk bandım 1943’te Amcabey dergisinde yayınlandı. Öyküsünü Cemal Nadir yazmıştı. Daha sonra 50’ler kuşağını kuracak olan genç çizerler yavaş yavaş dergiye denemelerini getirmeye başlayacaklardı. Bir gün dergide üstadın karşısındaki masamda otururken sokakta bir gürültü oldu. Pencereden baktım. Bıyıkları henüz terlememiş birkaç oğlan yukarı bakıp beni gördüler. “Ceeeee!!” diye bağırdılar. Kızdım, arkamı dönüp içeri girdim. Biraz sonra oğlanlar yukarı çıkıp bizim odaya girmez mi! Cemal Nadir’e karikatür getiren bir grupmuş. Beni görünce çok utandılar. Cemal Nadir’in Amcabey’inde sayfalarına aldığı bu gençler… Ercüment Baktır, Atalay, Adnan Başaran, Gündüz gibi isimler sonradan kaybolup gitti sanırım. Ama bir tanesi devam etti işte. Semih Balcıoğlu. Cemal Nadir’ın ilgisi bütün gençlere daima açıktı. Fakat 50’ler grubunun oluşması asıl onun vefatından sonradır. Ve ben de ona büyük saygı duyuyordum. Fakat sevdiğim tek çizgi değildi.

– Ama Cemal Nadir’le çalıştığınız dönemde çizdikleriniz …

– Evet, çizgilerim onun etkisindeydi. Belki de onun etkisinde çizmenin şart olduğuna inandığımdan.

– O karikatürleri sanki Cemal Nadir çizmiş…

– ben de mürekkeplemişim.

– Sonra da kaçışınız başlıyor: “Bursa Seyahati”, izlenimler falan…

– Hah işte! Aynı seneler aynı dönem, düşünebiliyor musunuz? Sabah onu çiziyorum, akşam ötekini.

– Akşam çizilenler daha içten sanki.

– O aralar bir Alman karikatüristi vardı: H. O. Plauen… Hitler döneminde önce hapse atılmış, sonra da kendini öldürmüş. Onun çizgilerinin çok etkisinde kalmıştım. “Baba ile Oğul” diye bir tiplemesi vardı. Cemal Nadir Ustanın da onu çok sevdiğini fark ettim. Arkadaş dergisine çizdiği “Dede ile Torun” kıyafetlerine varıncaya kadar öbürünün bir paraleliydi. Bunu farkında olmayarak sempatisinden yaptığına eminim.

– Dönemin karikatüristleri yurt dışındaki yayınlardan ve çizerlerden etkilenmişler epey…

– Tabii.

– Örneğin, Salamon tiplemesi… Türkiye’de böyle bir Yahudi tipi yok, ama neredeyse 1930’ların bütün mizah dergileri melon şapkalı, siyah yelekli, yamalı bohçalı, kırmızı kafalı Yahudi tiplemeleri ile dolu.

– Ben hiç çizmedim bu tipleri.

– Zaten çizginizde farklı bir mizah var. Örneğin, basit bir kedi çiziminizle bile tebessüm uyandırıyorsunuz. Yani kedileriniz bile komik.

– Keh!… Keh!... Keh!… Ama kedi dediğiniz komiktir zaten. Fikret Adil şöyle bir söz söylemişti: “Selma Emiroğlu karikatürcüden ziyade mizahçı, yaşamı o şekilde görüp çizen bir küçük kız.”

– Ben kediyi rastgele bir misâl olarak söyledim. Aslında bütün çizgilerinizde bir komik var. O hiç beğenmediğiniz fakat bizim sergiye dahil ettiğimiz kıllı futbolcu çiziminiz de çok komik. Bence siz bunları çizerken yüzünüzde muzip bir gülümseme oluşuyordur.

– Her halde… Rahmetli ağabeyim karşımda oturur, beni seyrederdi çizerken ve hep gülerdi. Gerçekten de çizdiğimi yaşıyorum. Çizginin içine giriyorum. Şarkıyı da öyle söylüyorum. Unutuyorum kendimi. Ama bu kaçmak değil, realiteden kaçmak istemiyorum. Aksine onu çok seviyorum. Mutlu bir insanım. (Kızı ile kocasına bakıyor.) Bu ikisi var bir kere. Sonra sizler varsınız. İyi dostlarım var. Bunların dışındaki dünya acı. Ama o dünyadan kaçmak aptallığını yapmak istemem. Bu kendini aldatmaktır. Dünyanın güzel yanını kaçırmamak için bana verilen fırsatı kullanmak istiyorum hepiniz gibi…

– Böyle düşündüğünüz için mi çevrenize hep pozitif enerji saçıyorsunuz?

– Öyle mi yapıyorum? Ne iyi!… Galiba bunu biraz da ders verirken edindim ben. Öncelikle sabretmeyi öğrendim. Son yıllarda bazı öğrencilerimi bir psikolog hanım yollar oldu bana. Şarkı söyleterek rahatlatıyorum onları. Elimde şu an 25 öğrenci var. 5 tanesi problemli. Önce konuşturuyorum onları. Zamanla açılıyorlar. Bazen ağlamayla birlikte ruhî problemler filan ortaya çıkıyor; öğrenci rahatlıyor. Sonradan bütün bunlar bana nasıl yükleniyor biliyor musunuz?… Geceleri uyuyamadığım olur bazen, ama şikayetçi değilim, çünkü bu çok derin bir çalışma.

– Yani bir tür şan terapisi uyguluyorsunuz, öyle mi? Belki bu duygular sonradan çizgilerinize de yansıyordur?

– Yok… Kolay değil, çizgiye geçiremem bunları. Müziğin karikatürünü de yapamazsınız. Belki müzikçileri… Meselâ Hoffmann, Sempé’nin çizgileri gibi, ama nereden bakarsanız bakın sathidir onlar. Tan Oral geçen gün çok güzel bir şey söyledi: “Ne olursa olsun sanat soyuttur. Bir yere kaydedemezsiniz.” dedi. Müzik notaları da öyle değil mi? Seslendirmediğiniz sürece yaşamıyor onlar. Muhakkak onları icra edecek birisi lâzım. Birisi çıkıp bir parça söylüyor; güldürme olanağı var, ağlatma da. Ben ağlatmaya da bayılırdım sahnede. O benim çizdiklerime gülenler var ya, Traviata söylediğim zaman ağlamaya başlarlardı. Hem çok da güzel ölürdüm sahnede. Tınıların da boşlukta ölüp gitmesi gibi. Çizgiler daha kalıcı bir süre için. Hepimiz tınılarla, çizgilerle ve bilmem nelerle yaşamda bir şeyleri yakalama oyunundayız. Başta her şeyi bir oyuna benzetmiştik… Öyle değil mi?…