Ölüm Kampları
Neden?
Havada ölüm kokusu vardı. Ölüm kokusu nasıl olurmuş diye sormayın, tarif edemem. Çevreye düpedüz ağır bir ölüm kokusu sinmişti! Yola, barakalara, ağaçlara, çimlerin üzerine, kuşların ötüşlerine, aklınıza gelebilecek her yere bulaşmıştı koku… Öylesine yoğundu ki, üzerinden asırlar geçse bile, yine de yok olmayacaktı!
Oysa Krakov ne kadar şirin bir kentti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra neredeyse baştan aşağıya yeniden inşa edilen soğuk ve ruhsuz Varşova’dan sonra Krakov, âdeta insanın içini ısıtıyordu.
Polonya gezisine çıkmadan önce kendimi hüzünlü bir yolculuğa hazırlamıştım. Sıradan turistik bir gezi olmayacaktı bu. Hakkında onlarca film ve belgesel izlediğim, sayısız kitap okuduğum, insanlığın en büyük vahşeti ile trajedisinin bir arada yaşandığı bir ülkeyi ziyaret edecektim.
Gençlik yıllarımda, bir kültür derneği için Leon Uris’in ünlü Mila 18 romanını sahneye uyarlamıştık. Oyunun temel karakterlerden biri olan tek kollu Paul Bronsky’yi canlandırırken Varşova Getto’sundaki direnişi neredeyse yaşamıştım. En azından o zamanlar öyle hissetmiştim…
Bir de henüz yeni izlediğim iki film vardı; Ayaklanma (Uprising) ile Polansky’nin meşhur Piyanist’i. Aslında iki film birbirini bütünlüyordu. Piyanist’te Polansky hayatta kalabilmeyi sorgularken, Ayaklanma’da yönetmen Jon Avnet, ölüme karşı direnişi destansı bir üslupla anlatıyordu. Varşova’da bu havayı soluyacağımı sanıyordum.
Yanıldığımı daha kente girer girmez anladım. Savaş sırasında Varşova’nın yüzde seksenbeşlik bölümü yıkılmıştı. Sovyetler, kenti yeniden inşa ederlerken, kendi kriterlerini uygulamışlardı. Geniş ve kişiliksiz bulvarlar, estetik fukarası beton bloklar, abartılmış boyutlarda kahramanlık anıtı fonksiyonlu kütleler, sıradan bir ‘doğu blok’u ülkesinde olduğumuzu hissettirmeye yetiyor da artıyordu. Bunlara ilaveten Polonyalıların ironik bir şekilde “Stalin’in düğün armağanı” diye adlandırdıkları, kentin hemen her yerinden görülebilen “Stalin’s wedding cake” binası, tüm haşmetiyle otelimizin tam karşısında duruyordu.
Etrafı lojmanlarla çevrili, üzeri çimlerle kaplı getto alanı ise neredeyse turistik bir misyon üstlenmişti! Mila Sokağı’nın köşesinde Mila 18 direnişini simgeleyen kitabe ile Mordehay ve arkadaşlarını temsil eden anıt da olmasa, fotoğraflarda gördüklerimizin bu merkezde yaşanmış olduğuna inanmayacaktık. Getto duvarından geriye sadece birkaç metrekarelik bir bölüm kalmış, o da bitişik nizamdaki köhne binaların arasında zor bulunur bir yerde gizleniyordu. Sovyet boyunduruğundan sıyrılarak, kendisini süratle Amerikan rüzgârına kaptıran Varşova, sanki yakın geçmişini unutmak ister gibiydi…
Krakov’dan ise hoşlanmıştım. Bunda, Varşova’nın belleğimde kazılı kişiliksiz fotoğrafıyla kontrast oluşturan Krakov’un tipik küçük Avrupa kenti görüntüsü kadar, şansımıza o gün masmavi parıldayan gökyüzünün, pazar gününün rehavetiyle sokaklarda sakin sakin gezinen güler yüzlü kent ahalisinin, sokak köşelerinde neşeli ezgilerle müzik yapan minik amatör orkestraların, ana meydanı süsleyen rengârenk çiçek pazarıyla yanı başındaki resim sergisinin payı çoktu kuşkusuz.
Yahudi mahallesi ise bir başka güzeldi. Civarda şimdilerde pek Yahudi kalmadığını, sokağın iki yanındaki dükkân vitrinlerinin otantik görünümlü dekorlardan ibaret olduğunu bilmemize rağmen karşılaştığımız manzaradan etkilenmiştik. Akşam, aynı bölgede bulunan bir lokantada, geleneksel Yahudi mutfağı yemeklerini tadarken dinlediğimiz duygu yüklü bir Klezmer müziği, bizi ertesi günkü ziyarete hazır duruma getirmişti bile...
***
Yahudi olup da Auschwitz ile Birkenau kampları hakkında yeterince bilgi sahibi olmamak mümkün değildir. Schindler’s List filminde gözyaşlarınızı tutamaz, Holokost sergilerinde allak bullak olur, isyan edersiniz… İddia ediyorum, yerinde görmek farklı bir duygu!
O gün saat dörtte, Judeo-İspanyolca bir anı kitabe plakasının açılış töreni gerçekleşecekti. Bu nedenle oradaydık. Aslında Krakov o kadar sempatikti ki, bu kentte daha fazla oyalanmak, törenden sadece bir iki saat önce Auschwitz’te bulunmak istiyorduk. Oysa program gereği, sabah erken saatte kamplara gideceğimiz bildirilmişti. Bütün gün, artık nerdeyse içini dışını ezbere bildiğimiz o iğrenç kamplarda ne yapacaktık?
***
Keşke bir gün önceden gitseydik! Keşke dünyadaki tüm Yahudiler bir fırsat yaratıp burayı bir an önce görebilseler! Keşke tüm dünyalılar burayı ziyaret edebilseler! Keşke dünyanın tüm gençleri buradaki havayı hayatlarında bir kez olsun soluyabilseler!
Burası ölüm kokuyor dostlar! Buranın dumanı hâlâ tütüyor!
Burada nefret yok, kin yok, öfke yok, acıma hiç yok! Burada ilkel duygulara yer yok!
Burada düşünce hâkim. Burada sorgulama var.
Ne ve nasıl olduğu tüm çıplaklığı ve çarpıcılığıyla gözler önünde serili duruyor, ya gerisi?
Neden?...
Niçin?...
Burada… ancak bu ortamda bu denli içtenlikle sorulabiliyor bu.
Yoğun iletişim bombardımanı altında son süratle küreselleşmekte olan dünya gençliği, ne yazık ki ancak bu ortamda teknoloji sarhoşluğundan sıyrılıp, bir an için birebir gerçekle karşılaşmanın şokunu yaşıyor ve geçmişi sorgulama gereğini duyumsuyor.
Auschwitz ölüm kamplarında hayatını yitiren bir buçuk milyon kurbandan geriye dev bir miras kalmış. Bu insanlık ayıbının bir daha asla tekrarlanmaması için tek çare, yirminci asırdan devreden bu mirası özenle korumak ve gelecek nesillerin her ne pahasına olursa olsun ziyaret etmelerini sağlamaktır.
İzel Rozental, 31 Mart 03