Kokular - 13.04.2011
Kokular
Çiçeği burnunda gelin, kocasının evine iç güveysi gelmiş. Meğer yeni ailesi geçimini dericilikten sağlıyormuş; evde bir koku, bir koku, tarifi mümkün değil! Sabah ilk iş, bütün pencereleri açmış, her tarafı bir güzel havalandırmış. Hane halkı gün boyunca tepki vermeden genç kadını seyretmiş. Ertesi sabah taze gelin yeniden işe koyulmuş, evi bu kez daha fazla havalandırmış. Bu işlem tam on beş gün boyunca aralıksız sürmüş. On altıncı sabah gelin hanım bir uyanmış ki koku falan yok… Sevinçle kaynanasına koşmuş, “Gördünüz mü? Sonunda kazandım! Koku kalmadı!” Kayınvalide gülümseyerek gelinini kucaklamış, “Ailemize hoş geldin kızım, çok şükür alıştın, artık sen de bizdensin!” demiş.
Yukarıdaki fıkra, insanoğlunun kokulara nasıl kolaylıkla alıştığını ne güzel anlatıyor! Düşünsenize, hafif bir kokuyu bir süre kokladıktan sonra, artık hissedemiyoruz. Sigara içenler ancak sigarayı bıraktıktan sonra eskiden nasıl koktuklarını anlayabiliyorlar. Ter kokusu da öyle değil mi? İnsan kendi kokusunu bir türlü algılayamıyor.
Pek çok insan gibi ben de keskin kokulara duyarlıyımdır. Gaz kokusu, yanık priz kokusu, ayak kokusu, lağım kokusu, bayat balık kokusu gibileri, beynimdeki alarm zillerini çaldıranlardandır. Ama bunların dışında, beynimin farklı bir köşesinde, nostalji çarkını harekete geçiren kimi kokular vardır ki, onlara bayılırım! Sakın yanlış anlaşılmasın; geçmişe özlem duyan, sürekli bugünü geçmişle kıyaslayıp kederlenen melankoliklerden değilim. Ama tıpkı albümlerdeki eski fotoğraflar gibi, bazı kokular beni geçmişin güzelliklerine taşıyabiliyorlar. Ben de elimden geldiğince keyfini çıkartıyorum. İşte onlardan bir demet:
Ada kokusu: Aklınıza hemen emektar beygirlerin çevreye saçtıkları o tipik koku gelmesin. Nedense Ada denince burnuma ilk tüten börek kokusu olur. At arabalarının beklediği parkın hemen arkasındaki fırının yağlı böreklerini ister canım. Rum bir kadın işletirdi o fırını; pazar sabahları abonesiydik. Öte yandan, kokusu bir yana, mimozanın adı bile bana çocukluk yıllarımın Büyükada’sındaki ilkyaz günlerini hatırlatır. Yasemin kokusuyla da Büyükada vapur iskelesinin bekleme salonları gelir aklıma. Bostan patlıcanlarına sapladıkları yaseminleri vapurlarının gelmesini bekleyen yolculara satmaya çalışan seyyar çiçekçilerden her defasında bir demet satın alan halamı hatırlarım. Sonra da bana tutup koklatmasını… Bir de çam kokusu var tabii, hafızamdaki ilk gençlik günlerinin görüntülerini tetikleyen, Âşıklar Gazinosunda…
Apartman kokusu: Galata’da, Beyoğlu’nda, Taksim’de, Cihangir’de, bazı binaların sokak kapısından girer girmez duyumsadığım tipik bir kokudur bu. Biraz küf, biraz mutfak, çokça eski kokar… Bu kokuyu alır almaz kırmızı pancar çorbasını hatırlarım nedense. Bir de Pesah akşamlarının müthiş seder sofrasını. Tüm aile, sabırsızlıkla dua faslının bitmesini, babaannemin günler öncesinden matsa unuyla yoğurarak haşladığı emsalsiz balık köftelerini getirmesini beklerdik. Geçenlerde Talimhane bölgesinde işim düştü. Arandım sokaklarda. Her yer otel olmuş, bulamadım çocukluğumdaki babaanne evini.
Tünel kokusu: Karaköy’deki loş tünel istasyonuna adımlarımı atar atmaz tam olarak tanımlayamadığım, zifti algılatan tuhaf bir koku doldururdu genzimi. Aynı anda serin bir ferahlık duygusu kaplardı içimi. Oysaki vagonumuz karanlıklara dalardı. Nasıl bir tezattı bu? Tünelin kokusu böyleydi işte. O kokuya rastlasam, eminim Tünel yokuşunun hemen başındaki plak dükkânımızı da hatırlayacağım. Ama koku gitmiş... Üstelik şimdiki vagonlar modern, geniş. Tünelin içi de oldukça aydınlık. Nedendir bilmem, yolculuk şimdilerde daha sıkıcı sanki…
Sahaf kokusu: Aslında buna dergi-gazete-kitap kokusu da denebilir. Hafif kekremsi bir kokudur. Çocukluğumun geçtiği evlerde yaygındı. Çok nüfuslu bir aileydik. Akşam olduğunda herkes köşesine çekilir kitabını okurdu. Ortak kullandığımız büyükçe bir kitaplığımız vardı. Ama yine de kendi gözde kitaplarımızı birbirimizden kıskanırcasına başuçlarımızda biriktirmeyi tercih ederdik. Dışarıdan bakan biri için hiç şüphe yok ki monoton bir görüntüydü. Ama ne yalan söyleyeyim bazen televizyonsuz ev ortamını özlüyorum. İşte o zaman sahaflara gidip kitaplara bakar gibi yapıyorum. Aslında havayı kokluyorum…
Yağmur kokusu: Buna belki de toprak kokusu demek daha doğru olur. Kuru toprağın üzerine yağmur çiselemeye başladığında havaya yayılır. Huzur veren, rahatlatan bir kokudur. Betonsuz park ve bahçeler azaldığı için, bu kokuyu duyumsanın en uygun yolu mezarlıklardan geçiyor artık. Kokuyla birlikte eski dostlar geçer bir bir gözlerimin önünden…
Sevgili kokusu: İlk zamanlar iç kıpırdatan, adrenalin artıran bir kokudur. Yastığın köşesine, çarşafın bir kenarına siner. Zamanla duyumsanmaz olur. Sonra, bir gün, uzun süredir giymediğiniz bir süveterde yeniden rastlarsınız bu tanıdık kokuya. Hoş anılarla dolar zihniniz…
Bebek kokusu: Torunumla birlikte tanıdım bu kokuyu. Oysa eskiden şaşardım aile büyüklerimizin çocuklarımızı doyasıya koklayıp sevmelerine. Abartılı bir klişe sanırdım ‘bebek kokusu’ tezahüratını… Meğer ne mutluluk verici bir kokuymuş bu; yüz kutu Prozac’a bedel!
Daha kim bilir ne hoş kokular vardır alıştığım için duyumsamadığım, ama ileride yokluklarını hissedeceğim? Ya da aksine, pis kokular?... Hissetmiyorumdur artık… Zaten şikâyetçi olan da yok; muhtemelen alışmışızdır hepimiz…
Pesah Bayramınız hoş kokular içinde geçsin!
13 Nisan 2011