Karikatür Gezileri - Gabrovo
Karikatür Gezileri - Gabrovo

Mizahla ilgilenmeye kırk yaşımdan sonra tekrar başladım. Tıpkı yirmili yaşlarıma dek dünyayla dalga geçtiğim gibi, hatta daha fazla…

Şöyle bir hikaye duymuştum; Tanrı dünyayı yarattıktan sonra ilk olarak eşeğe can vermiş. “Sen yarattıklarımın içinde en çilekeşi olacaksın,” demiş. “Yük taşıyacak, değirmen döndürecek, hiç yakınmayacaksın. Sana kırk yıl da ömür biçiyorum!”

“Aman Tanrım!..” diye isyan etmiş eşek, “Hem bu kadar çile, hem kırk yıl yaşam…? Bana yirmi yıl çok bile…”

Sıra köpeğe gelmiş. “Seni zeki ve uysal yaratıyorum, yaşamın boyunca bekçilik yapacaksın... Sana da kırkbeş yıl ömür biçtim!” diye buyurmuş tanrı.

İtiraz etmiş köpek, “Kırkbeş yıl bekçilikle nasıl geçer Tanrım? Bana onbeş yıl yeter…” demiş.

Ardından maymunu yaratmış. “ Sen bu yarattıklarımın en komiği olacaksın. Sürekli zıplayıp duracak, herkesi güldüreceksin. Sana da kırk yıl veriyorum!”

“Acı bana tanrım, kırk yıl boyunca nasıl maskaralık yapabilirim, bana on, onbeş yıl ver yeter…” diye pazarlık etmiş maymun.

Derken sıra insana gelmiş. “Ey insanoğlu!..” diye gürlemiş Tanrı, “sen yarattıklarımın en akıllısı, en güzelisin, tüm kainata hükmedeceksin!.. Sana da yirmi yıl ömür biçtim!”

“Ama nasıl olur?!..” diye mızıkmış insan, “ Hem bunca nimet ver, hem de sadece yirmi yıl!.. Yetmez bana, yetmez!..”

“Pekala,” demiş tanrı, ve eşeğin istemediği yirmi yılı, köpeğin istemediği otuz yılı, maymunun da reddettiği yılları, insanın yaşam hanesine ekleyivermiş.

Derler ki; işte bu yüzden insanoğlu ilk yirmi yılını ‘insan’ gibi yaşayarak geçirir, sonraki yirmi yılda yuva kurmak için eşek gibi çalışır, daha sonraki otuz yıl boyunca kurduğu yuvanın bekçiliğini yapar, hayatının geri kalanını ise çoluk çocuğa, torunlara maskaralık yaparak geçirir…

Ben de, biraz eşekliğimden olacak, yirmi yaşımla kırk yaşım arasında mizah ve karikatürle ilgilenmeye pek fırsat bulamadım. Kırk yaşımdan sonra tekrar buluştuğum karikatür ve yazılarımla maskaralık yapmaya başlamadan, önümde değerlendirmem gereken bir kaç yıl daha var diye düşünüyorum.

Bu nedenle elimden geldiğince karikatür yayınlarını takip ediyor, festivallere katılıyor, müzeleri geziyor ve aradaki yirmi yıl açığı kapatmaya çalışıyorum.

GABROVO’DA KARİKATÜR BİENALİ

1997 yılının baharında, karikatürcü ustam ve dostum Tan Oral, altmışıncı yaş gününü kutlayacağını bizlere müjdelemişti. Kutlama için de çok ilginç bir yer seçmişti: Bulgaristan’ın Gabrovo kenti…

Gabrovo’da her iki yılda bir karikatür ve mizah şenliği düzenlenirdi. Bu bienal hakkında çok şey duymuş, okumuş, ancak oralara gitmem hiç nasip olmamıştı. Ne de olsa, kırklı yaşları geçmiş olmama rağmen henüz çiçeği burnunda bir karikatürcüydüm. Tan Oral ise, ünü çoktan yurt dışına taşmış bir ustamızdı. Özellikle Balkanlarda, karikatürle ilgilenip de onu tanımayan kimse yoktu. Bulgaristan’daki organizasyon komitesi her nasılsa onun bu yıl altmış yaşına, hem de festival tarihinde, basacağını öğrenmiş, kendisini festivale davet etmişti. “Var mısınız ?” diye sormuştu Tan. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmezdi. Behiç Ak’la birlikte teklifi hemen kabul etmiş, şenliği düzenleyen yetkililere katılmaktan onur duyacağımızı bildirmiştik.

Tan Oral’ın henüz çiçeği burnunda eşi Sema da, kocasını böylesine önemli bir günde yalnız bırakmama kararı alınca, Tan için tezgahladığımız tüm çapkınlık komplolarımızı askıya alarak yolculuk planlarımızı yapmaya koyulduk.

Gabrovo’ya en kolay karayoluyla ulaşılabiliyordu. Edirne’yi geçtikten sonra, Bulgaristan’ın kuzeyine doğru yaklaşık 200 kilometre yol almak gerekecekti. Balkan Dağları’nı Şipka Geçidi’nden aştınız mı, Gabrovo’daydınız… Yolculuk için sağlam bir araba gerekliydi. Tan’ın Volsvos’u neredeyse tüm Avrupa kentlerini gezmiş görmüştü. Ne var ki bu otantik harikanın Balkanlar’ı aşıp aşamayacağı konusunda ciddi tereddütlerimiz vardı. Sema’nın şirin Renault 5’ine sığardık ama eşyalarımız için bir römork tedarik etmemiz gerekecekti. O tarihlerde Behiç’in Volvo’su, benimse 93 model, üstelik klimalı 3.18 bir BMW’m vardı. Oy birliğiyle BMW’ye karar verildi.

Niyetimizi öğrenen ve dünya tarihinin en kötümser “top 10”u içine girmeye aday iş ortağım beni derhal uyardı : “Şansınız varsa, arabayı çaldıklarında sizler içinde olmazsınız!..” Ortaklar işte böyle durumlarda gereklidir. Gerçekten de o dönemde gazetelerde sık sık Bulgar mafyasıyla ilgili haberler çıkıyor, İstanbul’dan kaçırılan Mercedes, BMW, Volvo gibi lüks arabaların Bulgaristan’da yedek parça haline getirildikleri bildiriliyordu… Ortağımla geçici olarak arabalarımızı değiştik ve biz dört kahraman, altımızda her tarafı gıcırdayan çalınmaya değmez durumda bir Kartal steyşınla Gabrovo’ya doğru yola koyulduk.

Gabrovo’nun yolu Etiler, Ulus’tan başlıyor. Zira önce Bulgaristan Konsolosluğuna uğrayıp vize almanız gerekiyor. Onbeş dakika gibi kısa sürede alınan vizeler, bu yolculuğun hoş ve kolay geçeceğinin müjdecisiydi adeta. Gerçekten de yol boyu küçük bir aksilik dışında hiç bir sorunla karşılaşmadan, neşe içinde Gabrovo’ya ulaştık. Küçük aksilik ise Balkan Dağları’na ulaşmadan önceki Stara Zagora, Nova Zagora yol ayırımında meydana geldi. Hangi yöne sapmamız gerektiği konusunda aramızda durum muhasebesi yaparken, yoldan geçen bir köylüye Stara Zagora istikametini göstererek, “Şipka?” diye sorduk. Köylü başını aşağıdan yukarı öyle bir salladı ki tamamen ters istikamette olduğumuzu anladık. Yine de emin olmak için, Nova Zagora istikametini göstererek adamı test etmek istedik. Köylü bu defa başını yumuşak bir şekilde yukarıdan aşağıya sallayarak yolu onayladı. Yirmi kilometre kadar yol aldıktan sonra, yolun bozukluğu ve garipliği karşısında önümüze çıkan bir çobana tekrar “Şipka?” diye sorma ihtiyacını hissettik. “İstanbul’dan geliyorsunuz haa?” diye neredeyse düzgün bir Türkçe ile yanıtladı sorumuzu çoban, “Yanlış yoldasınız, geri dönüp yirmi kilometre kadar gidin, daha sonra Stara Zağra istikametine sapasınız haa!..” Anlaşılan yol ayırımında muzip bir köylünün oyununa gelmiştik!..

Gabrovo Kenti

Gabrovo’ya girer girmez ‘mizah’ teneffüs etmeye başlıyorsunuz. Yeşillikler içindeki bu şirin kentin hemen her yerinden mizah fışkırıyor adeta. Komik heykeller, boyalı duvarlar, güler yüzlü, sevimli insanlar… Kentin ana cadde ve meydanında tek tük sırıtan Sovyet döneminden kalma dev boyutlu kişiliksiz devlet daireleri bile, kente farklı bir mizah öğesi katıyor sanki. Kaldığımız otel de bu yapılardan biri. Beş yıldızlı gri bir blok. Festival komitesinden bir görevli bizleri binbir özürle karşıladı. Önceki bienallerde konukları daha sınırdayken organizasyon komitesi ağırlar, bedava kalırlarmış. Ancak artık durumlar değişmiş!.. Liberal ekonomi herşeyi altüst etmiş!.. Devlet artık sanata, sanatçıya para vermiyordu, musluk kesilmişti!.. Bu nedenle otele para ödeyecektik ama bize çok özel fiyatlar uygulayacaklardı… Gerçekten de beş yıldızlık bir otel için bedava sayılabilecek bir tarife üzerinden konaklayacaktık.

Otel beş yıldızlıydı ama anlaşılan Gabrovo’da yıldız kavramı biraz farklıydı. Yıldız sayısı binanın boyutları kriter alınarak hesaplanmıştı. Gerçi odamda bir televizyon ve bir mini bar vardı ama televizyon çalışmıyordu. Mini barın içinde ise ucuzdan pahalıya doğru, bir büyük şişe su (50 leva), bir büyük şişe yerli bira(150 leva), bir büyük şişe yerli köpüklü şarap (400 leva), ve… en önemlisi, küçücük bir teneke kutu Coca Cola (700 leva) vardı. Televizyonumun onarılması için resepsiyonu aramak istedim ama ne yazık ki odadaki kırmızı telefon ahizesi sadece süs amacıyla orada duruyordu.

Kenti biraz gezmek ve bienal merkezine uğramak amacıyla, eşyalarımızı yerleştirdikten hemen sonra lobide buluştuk. Otelden çıkarken, resepsiyondaki görevlilerden birine odamdaki televizyon ile telefonu çalışır duruma getirmelerini tembihledim. Görevli neden böyle bir şeye gereksinim duyduğumu anlamazmışçasına, garip bir ifadeyle yüzüme baktı…

Gelirken arabamızı otelin parkçısına teslim etmiştik. Ne de olsa emanetti, sağlık durumunu (!) merak ettiğimden, otelin parkına gittim. Onlarca Mercedes ve BMW’nin arasında bizim külüstür biraz solgun görünüyordu. “Aman arabamıza iyi bakın” diye tembihledim park görevlisine bahşişini verirken. Adam hararetle,“Merak etmeyin, burada aracınız emniyette” der gibi yaparken, gözleriyle sanki “senin bu arabayı kim ne yapsın yahu!” diye dalgasını geçiyordu…

Gabrovo mizah yüklü bir kent demiştim. İnsanları da öyle, güç yaşam koşullarıyla dalga geçiyorlar sanki. Ama en önemlisi kendi kendileriyle alay etmesini de öğrenmişler. Kentin sembolü kuyruksuz bir kedi. Gabrovolular çok tutumlu olduklarını baştan kabulleniyorlar. Soğuk kış günlerinde çok sevdikleri yaratıklar olan kedilerin, sokak kapısından girip çıkarken evlerini soğuttuklarını fark ediyorlar. Bu süreyi kısaltmak için buldukları çözüm ise kedilerin kuyruklarını kesmek. Böylece kapının kapanması için kuyruğun girmesini beklemeye gerek kalmıyor, kapı daha çabuk kapanıyor, ev daha çok ısınıyor!

Yine Gabrovo gelenekleriyle ilgili şakalar içeren çeşitli metaları kentteki mağazalarda bulmak mümkün. Örneğin görünümü büyük, fakat iç hacmi son derece sınırlı olan çorba kaseleri ve kaşıklar. Ev sahibeniz size çorba servisi yapıyor, siz kasenin büyüklüğüne aldanıp ev sahibenizin cömertliğine hayran kalırken, çorbanızı kaşıklamaya başladığınızda acı gerçekle yüz yüze geliyorsunuz!

Buradaki kahve fincanları da biraz farklı. Normal görünümlü, standart boyutta bir kahve fincanını elinize aldığınızda, birden yarısının tepside kaldığını fark ediyorsunuz. Tıpkı bir elmanın ortadan ikiye bölünmesi gibi, fincanı da, kulpu dahil, ikiye bölmüşler. Böylelikle bir fincanla iki kişiye servis yapabiliyorlar!..

Gabrovo’nun bir mizah müzesi var. Sekiz bin metrekarelik bu görkemli binada tam on sergi salonu bulunuyor. Binada bir de kent tarihinin mizahi bir anlatımla sergilendiği üç boyutlu fıkralar müzesi bölümü var. Her iki yılda bir düzenlenen mizah şenliğinin bu yıl onüçüncüsü yapılıyor, yani yirmibeşinci yıl kutlanıyor… Ne var ki biraz buruk bir kutlama bu. Devlet para vermeyi kesmiş, sponsor bulun demiş!.. Bu sponsor denen şey de neymiş diye bakınana kadar, festival tarihi gelmiş geçmiş bile. Bu yüzden bu yıl festival biraz sönük geçiyormuş. Öncekileri izlemediğim için bir kıyaslama yapmam mümkün değildi, ancak festival gediklilerinin sönük geçiyor dedikleri bu festivalin bir de canlı geçmesini hayal edemiyorum. Festival sonrasında Gabrovo kenti sakinleri en az iki yıl için kendilerine gelemezdi herhalde, zaten festival de o yüzden iki yılda bir yapılıyor olmalı!..

Rehberimiz

Organizasyon komitesi bize bir rehber tahsis etmiş, adı Siyka. Siyka çok güzel Türkçe konuşan şeker mi şeker bir Bulgar dilberi… Ya da Bulgar dilberiymiş demek daha doğru!.. Zira rastladığımız hemen tüm Bulgar kadınları gibi, o da ellisini geçtikten sonra, kilolanmış, kadınsı formunu tamamen yitirmiş. Oysa gençlik fotoğraflarında tam bir afet!.. Her neyse, Siyka Türklere ve Türk mizahçılarına hayran. Aziz Nesin, Semih Balcıoğlu, Bedri Koraman… sayıp duruyor. Gabrovo’ya birçok Türk mizahçısı gelmiş, hepsine de rehberlik etmiş. Bir gün mutlaka Türkiye’ye gelmek istiyor. Ancak amacı gezmek değil. Bulgaristan’da hayat giderek zorlaşıyor, artık devletten bir şey beklenemiyor, herkes kendi ekmeğini kazanmak zorunda. En iyisi kapağı Amerika’ya atmak, sonrası kolay!.. Büyük oğlu Amerika’ya gidecek, kurtulacak… Ah, bir de mümessillik bulabilseler!.. Türkiye’ye bunun için gelmek istiyor. “Kapacaksın bir mümessillik, ohhh!..” diyor Siyka kendine has üslubuyla. Liberal ekonomi onları hem sarsmış, hem de sarmış, herkes müteşebbis, herkes bir an evvel ticarete atılmak için fırsat kolluyor. Gabrovo’da ferdi teşebbüs iş başında!..

Gece otele dönüyoruz. Bu sempatik kentin en itici noktası otelimiz olsa gerek!.. Odalarımıza girmek istemiyoruz. Salonların birinden müzik sesi geliyor. Şöyle bir kapıyı aralayıp bakalım diyoruz, bir davet var galiba? Anında davet sahipleri tarafından içeri çekilip piste alınıyoruz. Sema ile Tan bu tür fırsatları değerlendirmede uzman olduklarından hiç zorlanmıyorlar. Bir anda kaynaşıyoruz. Şen şakrak insanlar. Serbest ekonomiden olumlu etkilenenlerden olmalılar…

Kan ter içinde odama çıkıyorum, televizyonum çalışıyor, telefon da öyle. Şimdi resepsiyon görevlisinin suratıma neden öyle anlamsız baktığını anlayabiliyorum. Televizyonda bir kaç kanal var ama hepsi aynı programı gösteriyor, üstelik siyah beyaz, ve tabi ki Bulgarca… Telefon da öyle!.. Cihazın üzerindeki tuşlar bir işe yaramıyor, ahizeyi kaldırdığınızda sizinle Bulgarca konuşan tok bir erkek sesiyle karşılaşıyorsunuz.

Ertesi sabah festivalin açılışı var. Tüm kent halkı sokakta sanki. Pantomim gösterileri, itfaiye bandosu, eğlenceler, şenlik… Siyka yanımızdan hiç ayrılmıyor. Yalnız rehber değil, aynı zamanda bizlere annelik yapıyor sanki. Oraya girmeyin, bundan içmeyin, şundan yiyin… Elimize verdikleri programa göre festival düzenleme komitesi bizleri saat 14.00’te özel olarak kabul edecek. Sijka programa itiraz ediyor. “Kesinlikle olmaz!.. Siz bu işi bana bırakın, ben onlarla konuşup bu toplantıyı erteleteceğim, öğlene benim misafirimsiniz!”

Tüm itirazlarımıza karşın, öğle yemeğinde kendimizi Siyka’nın evinde buluyoruz. Israrın nedenini o an anlayabiliyoruz; Kadıncağız tüm gece uğraşmış, bizler için bir sultan sofrası hazırlamış!.. Sofrada yok yok. Erik rakısı eşliğinde yemeklere yumuluyoruz. Bir şişe bitiyor, yenisi geliyor. Hepsi ev yapımı, kocası damıtmış. Derken fotoğraflar çıkıyor. Aile ile tanıştırılıyoruz. Siyka’nın gençlik resimleri, incecik, narin bir kız, insanın inanası gelmiyor… Derken saatin 17.00 olduğunu fark ediyoruz. Siyka aniden panikliyor. Bizi apar topar dışarı sürükleyip bir taksiye bindiriyor. Doğru Müze’ye…

Uzaktan komite sekreterinin Siyka’yı azarlamasına tanıklık ediyoruz. Siyka süt dökmüş kedi gibi başını eğiyor, suskun, kabahatli... Ama fırsat buldukça göz ucuyla bizleri kolluyor ve “sakin olun, merak edecek bir şey yok” anlamında küçük el kol işaretleriyle bizleri rahatlatmaya çalışıyor. Derken bir odaya buyur ediliyoruz. Komite başkanı, yardımcıları, sergi küratörü vs.. büyükçe bir masada oturuyorlar. Biz de oturuyoruz. Başkan Siyka’yı Bulgarca bir kez daha fırçalıyor. Siyka pişkin, başını öne eğiyor, anlaşılan tüm suçu üstlenmiş durumda. Resmi konuşmalara geçmeden önce, ne içmek istediğimiz soruluyor. Biz Türkler birer fincan çay istiyoruz. Başkan ısrar ediyor, “Size Coca Cola söyleyelim.” Çayda diretiyoruz. Siyka, “Peki bari ben Cola alayım” diyor. Tüm bakışlar Siyka’ya yöneliyor, hava aniden buz kesiyor. Garson kıza “Konuklarımıza üç çay, şuna da bir Cola getir!” diye sipariş geçmek zorunda kalan başkanın ses tonundaki aşağılama ve nefret duygusu kendini iyiden iyiye ele veriyor.

Davet

Karşılıklı övgü konuşmaları ve hediye değiş tokuşundan sonra komite bizleri uğurluyor. Programa göre saat 19.00 da Belediye Sarayı’ndaki davete icabet etmeliyiz. Fazla vaktimiz yok, ellerimizde armağanlarımız, fotoğraf makinelerimiz, Belediye Sarayı’na yöneliyoruz. Yol boyunca halk sokaklara yığılmış eğleniyor. Gençler, öğrenciler çeşit çeşit kıyafetlere bürünmüşler, müzik eşliğinde yollarda dans ediyorlar. Bir itfaiye arabası şaka olsun diye insanların üzerine su sıkıyor! İnsanlar da itfaiyecilere çiçek atarak karşılık veriyorlar. Burası nasıl bir ülke?..

Belediye binası, gösterişsiz hantal bir Sovyet yapısı. Büyükçe bir salona alınıyoruz. Tahta sıralar art arda dizilmiş, oturuyoruz. Birazdan salon hınca hınç doluyor. Belediye Başkanı, mülki erkan, festival komitesi, herkes burada. Başkan kısa bir konuşma yapıyor, ardından bir kaç şiir okunuyor, derken bir iki kısa konuşma daha yapılıyor, biz bu iş çabuk bitecek diye sevinirken içeriye ellerinde bond çanta, uzun sakallı, siyah takım elbiseli ve şapkalı üç kişi giriyor. Salondakiler saygıyla ayağa kalkıyor, biz de öyle… Adamlar salonunun en önüne doğru yürüyerek yüzlerini bizlere dönüyorlar ve çantalarını açıyorlar. Çantaların içinden birer kalın kitap, küçük haçlar, çıngırak vs. gibi aksesuarlar çıkartıyorlar. Ve dua başlıyor…

Dua yeni bir ‘millennium’ kadar sürdü!.. Ya da bana öyle geldi. Cemaat, yani bizler, ayakta ve sıcaktan bunalmış olarak sessizce bekleşirken, rahiplerin her biri sırasıyla davudi ve dramatik bir ses tonuyla uzun tiratlar okuyordu. Biri yorulunca, diğeri kaldığı yerden devam ediyor, arada sırada yine kalın ve tok sesli bir erkek korosu boşlukları dolduruyordu. Tam bitti derken, yeniden başlıyorlardı. Sonunda gerçekten bitti… Adamlar yeniden bond çantalarını açtılar, kitap ve sair edevatlarını ağır hareketlerle topladılar ve sessizce girdikleri kapıya yönelerek salonu terk ettiler. Bütün bu süreç boyunca, cemaatten çıt çıkmıyordu, herkes ayaktaydı ve sanki nefesler tutulmuştu.

Rahipler salondan ayrılır ayrılmaz oturup biraz dinlenebileceğimizi umarken, yeni bir sürprizle karşılaştık; salon boşaltılıyordu!.. Evet, salon boşaltılıyordu ama tören henüz bitmemişti. Bundan sonra Belediye Başkanı’nın resepsiyonu vardı ve sanatsever Başkan sanatçılarla tanışacaktı. Belediye binasında bulunduğumuz mekandan başka büyük salon olmadığından, salon önce tahliye ediliyor, tahta banklar dışarı çıkartılarak kilise düzeninden, kokteyl düzenine geçiliyordu. Tek tesellimiz tahta sıraları bize taşıtmamış olmalarıydı.

Kendimizi aniden sokakta, kaldırımlarda otururken bulmuştuk. Dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılar için ilginç bir kokteyl mekanı! Caddede halk tam bir karnaval yaşıyor, çılgınca eğleniyordu. Bizler ise ellerimizde meşrubat şişeleri fırsattan istifade birbirimizle tanışıyor, sohbet koyulaştırıyorduk.

Çok geçmeden içerideki hazırlıkların tamamlandığı bildirildi, tekrar içeri buyur edildik. Bu kez festival komitesinin başkanı kapının önünde duruyordu. Bizleri tek tek Belediye Başkanı’na ve sonradan sponsor olduklarını öğrendiğimiz, ürkünç görünümlerimden dolayı Bulgar mafyası zannettiğimiz zevata tanıştırma görevini üstlenmişti. İçerideki banklar kaldırılmış, tek tük küçük sehpalar konulmuştu. Sehpaların üzeri cips ve kuru yemiş tabaklarıyla doldurulmuştu. Penguen kıyafetine bürünmüş belediye görevlileri, sert ve caydırıcı bakışlarıyla davetlilere sıcak mezeler sunuyorlardı. Konuklar ise, bu yeni ortamdan ürkmüş, başımıza şimdi neler gelecek havası içinde dikdörtgen binanın en uç köşelerine kümelenerek, çekingen, bekleşiyorlardı.

Siyka elinden geldiğince bizleri otoritelere tanıştırmaya çabalıyor, bir kelebek gibi uçtan uca koşturarak bize yeni yeni insanlar getiriyordu, ya da bizleri zorla getiremediklerinin yanına sürüklüyordu. Sonunda o da yorgun düştü, “Başka?” diye sordu kendinden memnun bir yüz ifadesiyle, “Tanışmak istediğiniz kimse kaldı mı?”. “Evet” deyiverdim kendimi tutamayarak. Salonun tam aksi köşesinde ayakta duran ve yanındakilerle hararetli bir sohbete dalmış bulunan Ralph Steadman’ı gösterdim. “Bu adamla tanışmak istiyorum…” dedim şaka yollu. “Yok problem!” Siyka yeniden canlanmıştı. Şaka ettik demeye kalmadan kendimizi Steadman’ın yanında buluverdik. Siyka, bizi İngiliz karikatürcünün tercümanıyla tanıştırdı, tercüman da bizi Steadman’la. Steadman bizleri tanımaktan memnun olduğunu tercümana İngilizce anlattı. Tercüman bu sözleri Bulgarca’ya çevirdi. Siyka ise Türkçe’ye… Bir süre bu oyunu oynadık. Ancak sohbet koyulaştıkça, tercümeleri ortadan kaldırıp doğrudan İngilizce’ye yöneldik. Artık Steadman’ın tercümanı konuşulanları sadece Siyka için tercüme ediyordu. Ne var ki Siyka’nın içindeki meslek aşkı o denli büyüktü ki, kendi söylediklerimizi bile bize Türkçe olarak iletmekten vazgeçemiyordu.

Gece müzikli bir lokantada son buldu. Gündüz kaldırımda bekleşirken dost olan küçük sanatçı topluluğu, tipik Balkan mezeleri ve müziği eşliğinde, geceyi kendi bildiği şekilde eğlenerek geçirmeyi yeğlemişti. Gecenin tek vukuatı, Behiç’in Siyka ile gerçekleştirmeyi göze aldığı rokenrol-tango-güreş karışımı dans gösterisinde az kalsın sakatlanıyor olmasaydı.

Ertesi Gün

Organizasyon komitesi bizler için özel bir çevre gezisi düzenlemişti. Kahvaltıdan hemen sonra Müze’nin önünde buluşacak civarda görülmeye değer yerleri gezecektik.

Kahvaltıda yanı başımızdaki masaya peynir servisi yapıldığını görünce sinirlendim. Önceki sabah garsonumuza peynir var mı diye sorduğumda, kafasını yukardan aşağı ‘yok’ anlamında sallamış, ben de üstelememiştim. Oysa Bulgar peynirleri ünlüydü ve ben kahvaltıda yalnızca peynir yerdim. Beş yıldızlı bir otelde peynir bulunmamasını bir türlü anlayamıyordum.

Garsona seslendim ve tekrar peyniriniz var mı diye sordum. Yanıt aynıydı. Adam çatık kaşlarıyla bana dik dik bakarak başını aşağıdan yukarı doğru sertçe kaldırdı. Bu kez itiraz ettim, “Ama yandaki masaya getirdiniz!”. Garson istifini bozmadı, “size de getireyim mi?” O an jetonum düştü. Daha önce de bir yerlerden duymuş fakat tamamen unutmuşum. Bulgarlar ‘evet’ için başlarını yukardan aşağı, ‘hayır’ anlamında ise bu hareketin tam tersini yaparlarmış!.. Yolda bizimle dalga geçtiğini sandığımız köylü de meğerse bize kendince doğru yolu göstermişti. Bulgar erkekleri, kalın ve tok seslerini ekonomik konuşmalarına borçlu olmalıydılar!..

Gezimizin ilk durağı bir on sekizinci yüzyıl manastırıydı. Günlerden Pazardı ve manastırın bahçesindeki şapelde bir vaftiz töreni gerçekleşiyordu. Ortalığa yine engin bir sessizlik ve saygı havası hakim olmuştu, tıpkı belediye binasındaki gibi. Törenden sonra rahip hepimize katı ekmek ve bal dolaştırdı. Sonra da gözden kayboldu. Tören sahipleri oldukça mütevazı bir aileye benziyordu. Çocuk ise dört beş yaşlarında vardı. Herkesle çok çabuk kaynaşmada usta olan Sema, birazdan bizlere ailenin vaftiz törenini gerçekleştirmek için Jivkov döneminin tamamen sona ermesini beklediğini anlatıyordu.

Manastır gezimizin sonunda, otobüsümüzün hemen yanı başında, seyyar bir dükkanın kurulmuş olduğunu gördük. Tezgahta çeşitli ahşap oyuncaklar, basit hatıra eşyaları, kartpostallar ve meşrubat satılıyordu. Tezgahtar ise az önceki rahipten başkası değildi. Anlaşılan Jivkov’un gidişiyle adamın önünde iki ufuk birden açılmıştı: Din ve Ticaret...

Gabrovo’nun bir diğer özelliği de Etura adlı tarihi bir mimarlık ve etnografya müzesine sahip olması. İki nehir arasındaki bir vadide, açık alanda bulunan bu müzede tam 150 yıl öncesinin teknolojisini yeniden izleyebilmek mümkün. Yeşil bir cennetin ortasında, sadece su gücüyle çalışan çamaşır makinelerinin, ağaç testerelerinin, mobilya tezgahlarının mekanik mekanizma sistemlerini hayretle izleyebiliyorsunuz.

Gezimizin son durağı Gabrovo’nun 16 kilometre ilerisindeki otantik bir köydü. Bu küçük köydeki evler yeniden restore edilmiş, hepsi birbirinden farklı fakat son derece zevkli bir şekilde döşenmişlerdi. Köy huzur kokuyordu. Ne var ki çevredeki arabaların marka ve modelleri burada orta sınıfın çok çok üzerinde bir kesimin ikamet etmekte olduğunu gösteriyordu. Biraz soluklanmak için oturduğumuz küçük bir hanın sahibiyle ahbaplık etmeye başladıktan sonra hayıflandım, “Çalınır korkusuyla buraya BMW’mi getirmedim, oysa burası BMW kıyamet!”. “Arabanız hangi model?” diye sordu hancı. “93 model, 3.18” diye yanıtladım. “Boşuna endişelenmişsiniz, burada yalnızca 5.20 ve ötesi değerlidir!..”

Dönüş

Bu tür kısa gezilerde dönüşler genellikle hüzün verici olur. Yeni dostlarla vedalaşmalar, tekrar görüşme vaatleri, adres değiş tokuşları, ve tabi ki Siyka… Gerçekten de ayrılmak bu kez hepimizi etkilemişti. Yoğun duygularla yola koyulduk, sesimiz çıkmıyordu. Öyle de devam edecektik kiii… bereket Bulgar trafikçileri tam zamanında imdadımıza yetişti!..

Henüz 70, 80 kilometre yol almıştık ki durdurulduk. Evraklarımız incelendi, bildiğim kadarıyla herşeyimiz tamamdı. Bagaj açtırıldı. Arkada her şey tıkış tıkıştı. Kişisel eşyalarımızın yanı sıra, bir yığın armağan, kitap ve afiş edinmiştik. Siyka’nın erik rakıları da cabası. Polis bagajı boşaltmamı istedi. Komşu’yla bir türlü iletişim kuramıyordum. İlk yardım çantasını, çekme halatını, reflektörü, aletleri, bijon anahtarını vs. göstermeme rağmen adam bir türlü tatmin olmuyordu. Sonunda yoldan geçmekte olan bir kamyoneti durdurdu ve içinden bir yangın söndürme cihazı çıkartıp bana doğrulttu. Arabamızda yangın söndürme cihazı bulunup bulunmadığını bilmiyordum. Bulmak için bütün bagajı boşaltmam gerekecekti. Zaten bulsam bile adam bu kez başka bir kulp takmaya niyetli görünüyordu. “Bak” dedim, “bizler sanatçıyız, karikatürcüyüz, gazeteciyiz, buraya konuk olarak geldik, çok iyi duygularla dönüyoruz, bize zorluk çıkarmayın.” Kitaplarımızı çıkarıp komşu’ya gösterdik. Adam ağır ağır kitapları inceledi, karikatür sanatından hoşlanmıyor olmalıydı ki kitapları kayıtsızca iade ederken bana tekrar bagajı boşalt işareti yaptı.

Durum giderek tatsızlaşıyordu. Lisanlarımız farklıydı, bir türlü anlaşamıyorduk. Uluslarötesi bir lisan kullanmamız gerekecekti. Herkesin rahatça konuştuğu, rakamlara dayalı bir lisan. Üç aşağı, beş yukarı, anlaşabileceğimiz bir lisan... Ve anlaştık, artık yolumuza devam edebilirdik. Adam kulaklarına kadar yayılan bir gülümsemeyle önümüzdeki barikatı kaldırırken, ben sinir içinde direksiyona geçip, hışımla kapıyı çekiverdim. İşte o an birden bir şey unuttuğumu fark ettim; kafamı henüz içeri sokmamıştım!.. Büyük bir acıyla sarsıldığımı hatırlıyorum. Sonra gaza basıp yola koyulmuşum. Biraz ileride durduk. Dostlarım sol şakağımdan aşağıya doğru süzülen kanı durdurdular, bir kahve bulduk, kafamın daha fazla şişmesini önlemek için bir buz torbası yaptık. Kafamda buz yastığı tekrar yola koyulduk.

Artık hüzün çooook gerilerde kalmıştı. Şimdi tek bir hedefimiz vardı; bir an evvel ülkemize kavuşmak. Bulgaristan’dan çıkış yaparken, hapşırmaya başlamıştım bile, kafayı üşütmüş, nezle olmuştum...

YOL BOYUNCA... (Remzi Kitabevi – 2000) Kitabından alınmıştır.