Fareler Yahudi Kediler Nazi
MAUS – Holokost bir metafor mu?

Çizgi roman dükkânları, Teksas, Tommiks, Red Kitlerle büyümüş ve içindeki çocuğu her daim canlı tutmaya çabalamış pek çok yetişkin gibi, benim de yurt dışı gezilerimde fırsat buldukça oyalandığım uğrak yerleri arasındadır. MAUS’la ilk kez Boston’da, bu tür dükkânların birinin raflarında karşılaşmıştım. İtiraf etmeliyim ki, ilk karşılaşmamızda birbirimizden pek fazla hoşlanmamıştık. Kapaktaki Nazi gamalı Hitler logosunun altındaki iki zavallı fare figürü beni zaten bir süredir rahatsız eden “Holokost ticareti” hakkındaki düşüncelerimi tetiklemekle kalmamış, sayfalarına şöyle alelacele bir göz attıktan sonra yazar/çizer aleyhine de kesin bir önyargı edinmemi sağlamıştı: “Adam Amerikalı bir Yahudi’ydi, iflah olmaz ‘kendinden nefret’ hastalığına yakalanmıştı, insanlık tarihinin en büyük dramını bir Miki Fare ya da daha doğrusu bir Tom and Jerry ortamına taşıyarak ‘soykırım hafifletme hareketi’ne  kendince katkıda bulunuyordu!” Kitabı aldığım yere bırakarak, koltuğumun altında Al Capp’in ‘Li’l Abner’ (bizdeki yaygın adıyla Hoş Memo) ciltleriyle dükkandan çıkmıştım.

Ne var ki, biraz merak, biraz da Holokost hakkında ilk kez bir çizgi roman okuma dürtüsü ağır basmış ve ertesi gün tekrar aynı dükkâna dönerek kitabı satın almıştım. İyi ki de öyle yapmışım! Daha ilk birkaç sayfalık okumadan sonra elimdeki çizgi romanın çok farklı olduğunu kavrayacak, uzun süre elimden bırakamayacaktım.

MAUS simge bombardımanıyla başlıyor: Yahudiler fare, Naziler kedi, Polonyalılar domuz kılığında. Daha sonra Amerikalıların da köpek kılığında dolaştığını görüyoruz. Buradaki ‘kılık’ sözcüğünü kasıtlı olarak kullandım, zira kitabın karakterleriyle tanıştıkça, hepsinin gerçek hayatta var olduklarını, sadece milliyetlerini belirleyen birer maske taktıklarını fark ediyoruz. Bu maskeler oldukça yalın ve minimalist bir üslupla çizilmiş. Şöyle ki yüz ifadeleri hemen hemen yok. Gözler basit iki noktadan oluşunca, yüz ifadesi de – o da ancak çok gerekli hallerde - kaş ve ağız çizgileriyle betimleniyor. Tiplemeler birbirlerinden kıyafetleri dolayısıyla ayırt ediliyor. Çizer, okuyucunun dikkatini anlattığı öyküye odaklarken, gereksiz ayrıntılara takılmasını da engellemeyi arzulamış besbelli. 

İroni ve Paradoks

Aslında fare ile kedi metaforunda hem ironi hem de büyük bir çelişki hakim. İroni çünkü Alman propagandası Yahudileri zaten resmen farelerle özdeşleştiriyor ve Walt Disney’in Mickey Mouse’unu bir kültür yozlaşması olarak görüyor. “…hayvanlar âleminin en iğrenç yaratığı, bakteri taşıyıcısı…” tümceleriyle tasvir edilen Yahudiler, Almanlara inat Almanca’da fare anlamına gelen MAUS boyunca, fare kılığında dolaşıyorlar. Hatta bir yerde yazarın babası (Vladek), anılarını kaydedip çizgiye döken oğluna (Art Spiegelman), ‘umarım bir gün Walt Disney gibi olursun’ derken alaysılama doruğa ulaşıyor. 

Yazarın (galiba çizer yerine yazar demek daha doğru olacak) çelişkisi ise kitabın bütününde fark ediliyor. Fare Yahudi, kedi Nazi metaforunu öykü boyunca ustalıkla işleyen yazar, okurun bir an için olsa bile bu karakterleri hayvan sanmasını istemiyor. Bu yüzden pek çok önlem almak zorunda kalıyor. Sık sık kendisini Vladek’i sorgularken çiziyor. İlk bölümün sonlarına doğru çizdiği gerçek bir lağım faresi deseniyle okuru adeta uyarma ihtiyacını hissediyor: “Dikkat! Bu tiplemeler fare değil, gerçekte varolmuş insanlardır! Hakiki fare böyle çizilir!”  İkinci bölümün hemen başında ise, bu kez okura hayvan görüntülerinin birer maske olduğunu ve her millete göre belirlendiklerini vurgulayarak anımsatma gereğini hissediyor olmalı ki, Fransız bir Hıristiyan olan ve sonradan – salt yazarın babasını mutlu kılmak için – Yahudi dinine geçen karısını hangi hayvan kılığında çizmesi gerektiğini okurla birlikte sorguluyor. Bununla da yetinmiyor, yine ikinci bölümün ikinci kısmında, bu kez kendi kendisini yüzünde bir fare maskesiyle çizerek sanal maskeyi iyiden iyiye indiriyor. Sonlara doğruysa, bir karedeki fotoğraf sayesinde Vladek’in gerçek yüzüyle tanışıyoruz.

MAUS aslında bir hesaplaşma öyküsü. Vladek adında bir Polonya Yahudisi’nin kendi geçmişiyle hesaplaşmasını anlatıyor. Fakat aynı zamanda Holokost’tan sağ olarak kurtulanların,  savaş sonrası dönemin ilk kuşağı olan ve Holokost’un nedenlerini, niçinlerini anlamaya çabalayan çocuklarıyla çatışmalarını da sert bir şekilde gözler önüne seriyor. Art Spiegelman bu genç kuşağın tipik bir temsilcisi. 70’li yıllarda Underground diye tanımlanan modern bir çizgi roman türünün çizeri. Annesi ve babası Auschwitz ölüm kampından sağ kurtulan nadir şanslı (?) Polonya Yahudilerinden. Savaştan sonra birbirlerini buluyor ve Amerika’ya yerleşiyorlar. 

Hayatta kalmak mı zor, ölmek mi? 

Vladek’in anlatısında – ki kamplarda sağ kalmak için elinden gelen her şeyi yaptığı söylenebilir – hayatta kalmayı önemsediği anlaşılıyor. Holokost’tan sağ çıkmanın yarattığı ‘suçluluk duygusu’nun ipuçlarını bir şekilde Art Spiegelman’ın çizimlerinde hissediyorsak da bunun çok belirgin olduğu söylenemez. Ama Vladek’in karısı ve Artie’nin (öyküde Art Spiegelman’ın adı Artie diye geçiyor) annesi için durum farklı olmuş. Savaş esnasında kaybettikleri ve tüm uğraşlarına rağmen bulamadıkları fakat yaşadığına gönülden inandıkları oğulları Richieu’nün acısı anneyi yiyip bitiriyor. Anja’nın intihar ederek hayatına son vermiş olduğunu daha kitabın ilk satırlarından itibaren öğreniyoruz. Artie ise  hiçbir zaman tanımadığı bu ağabeyin gölgesinde büyüyor. Annesinin intiharına tanık oluyor ve doğal olarak soruyor: NEDEN?

Bu sorunun yanıtı Art Spiegelman’ın tam onüç yılına mal oluyor. Aslında aldığı yanıt, neden’den ziyade nasıl’ın yanıtı oluyor. Neden’i bulmak her zamanki gibi başkalarının görevi. Art Spiegelman 1970’lerin bir çizgi romancısı ve babasından duyduklarını, daha doğrusu babasını zorla konuşturarak elde ettiklerini yine kendi kuşağına en iyi bildiği şekilde anlatma ihtiyacını hissediyor. Belki sorusunun yanıtını bir veren bulunur diye…

Çizimi tam onüç yıl süren öykü boyunca Art Spiegelman çok samimi. Zaman zaman bunalıma giriyor, yıldığını, öyküsünün sonunu getiremeyeceğini düşünüyor ve bunu da okurdan gizlemiyor, tam aksine onunla paylaşıyor. Niyeti kesinlikle belgesel boyutta bir çizgi roman yaratmak değil. Yazarın derdi tamamıyla kişisel… Sorunu kendisiyle ve ebeveyniyle, daha doğrusu babasıyla… Babasının tersliklerine, huysuz davranışlarına, tutumluluğuna empatiyle yaklaşıyor, konuşturabildikçe babasını anlamaya çalışıyor. Her ne kadar kitapta birebir gerçek şemalar, krokiler ya da fotoğraflar yer alıyorsa da, bunlar yazarın, yukarıda da değindiğim, okuru arada sırada sarsıp gerçeğe döndürme isteğinden kaynaklanıyor. Yarattığı tiplemelerin, tüm soyutlamalara ve sadeleştirmelere karşın, birer Tom ve Jerry karakterine dönüşmelerinden korkuyor. Sanırım ilk bölümlerin Amerikan okuru üzerinde yarattığı etki ve yazarın karşılaştığı yoğun ilgi – ki yalnızca çizgi roman okuru değil bu, yazar bir de Pulitzer ödülüne hak kazanıyor! – kendisini ürkütüyor. Gerçeklerin hayale, yarattığı tiplemelerin ise gerçeğe dönüşmesinden korkuyor. İkinci bölümün ikinci kısmında bu endişeler iyice belirginleşiyor. Yazar bir kült çizgi roman gerçekleştirmek peşinde koşmadığını, yarattığı karakterlerin hiçbir şekilde ticari meta olmalarına izin vermeyeceğini beyan etmek zorunda hissediyor kendini. Hemen ardından, kaldığı yerden Auschwitz’e dönüş yapıyor ve bu bölümü çizmenin oraları hiç yaşamamış birine ne denli zor geldiğini vurguluyor. 

Aslında MAUS için otobiyografik bir çizgi roman demek doğru olabilir. Şu farkla ki; MAUS Soykırım’dan sağ kurtulmuş bir insanın otobiyografisi değil, fakat onu takip eden ilk kuşaktan, bizlerin 68 kuşağı diye tanıdığı ve adlandırdığı bir dönemi temsil eden Amerikan Yahudisi bir gencin kendi varlığını sorgulayan otobiyografisidir. Yalnız çizgi roman meraklılarının değil, bütün kitapseverlerin duyumsayarak okuyacakları bir yapıttır. Kitabın Türkçe çevirisi belli ki özenerek yapılmış. Yazar ve çevirmen Ali Cevat Akkoyunlu, kitabın aslına tamamen sadık kalarak, özellikle çizgi romanlarda görmeye alıştığımız efekt çeviri hatalarına hiç düşmemiş. Çevirmen, kitabın polifonik yapısını da aynen muhafaza etmiş ve böylelikle zenginlik içeren etnik anlatımın bozulmamasını sağlamış.
İzel Rozental - Radikal Kitap - 24.10.2004